top of page

Bütünleşmek ve Büyümek-Prof. Dr. Ceylan Daş-Gestalt meraklıları için bir kitap ve altı çizilenler

Gestalt yaklaşımı hem bir yaşam felsefesi hem de bir terapi yaklaşımıdır. Geştalt yaklaşımı kişinin yargılamadan, suçlamadan, utanmadan, korkmadan ve endişelenmeden kendisiyle ve çevresiyle bütünleşebilmesine, bütünleşerek büyümesine ve büyüdükçe “büyük” bir dünyada “olduğu gibi” varolmasına olanak tanıyan hümanist bir bakış açısına sahiptir. Dolayısıyla Geştalt yaklaşımını anlatan bu kitap kendini anlamanın, insan insana temasın ve kişisel gelişimin önemine inanan herkes içindir. Geştalt yaklaşımı ülkemizde henüz çok yaygın olarak tanınan bir bakış açısı değildir. Bu nedenle kitabın amaçlarından biri Geştalt yaklaşımını tanıtmak ve tanıtırken de okuyucuların ihtiyaçlarının, isteklerinin, çevreleriyle nasıl temas kurduklarının, tamamlanmamış işlerinin, dirençlerinin ve kördüğümlerinin farkına varmalarına yardımcı olmaktır.

Prof. Dr. Ceylan Daş, elimden bırakamadığım ve altını çizmeye çalışırken neredeyse tamamı karalanmış gibi görünen Gestalt: Bütünleşmek ve Büyümek kitabının arka kapağında bu satırları paylaşmış. Kitap Gestalt felsefesini, ne olduğunu, ne olmadığını ve insan doğasını anlamak için nasıl kullanabileceğimizi hem teorik arka planı, hem pratik uygulamaları ile o kadar iyi anlatmış ki, hem eğitimlerde kaynak olarak kullanmak , hem de merak edenlere kitaptaki bazı ana kavramları özetlemek için altını çizdiklerimden bazılarını paylaşıyorum. Ayrıca ilerleyen bölümlerde Bütüncül Psikoloji'nin oldukça detaylı bir paylaşım özetine de erişebilirsiniz.



- Gestalt, Almanca bir kelimedir ve tam bir Türkçe karşılığı yoktur. Bu nedenle anlamını tek bir kelime ile açıklamak mümkün değildir ve örüntü, şekil, bütün, görünüş anlamına gelmektedir. Gestalt parçalara ayrılamaz bir bütünü temsil eder. Gestaltın ne olduğunu tanımlayabilmek için 3 özellikten söz etmek gerekir, nesne, nesnenin içinde bulunduğu ortam ve bu nesne ile çevrenin ilişkisi. Ez cümle, insanı anlama çabası, içinde bulunduğu ortam, zemin ve ilişkisi ile alakalıdır. Çünkü bütün, parçalarının toplamından daha fazla ve daha farklıdır.


- Gestalt yaklaşımının temelinde varoluşçu, fenomenolojik ve bütüncü bakış açıları yer almaktadır. Ceylan Daş bu bakış açılarını kitabında aşağıdaki gibi özetler.


- Varoluşçu bakış açısına göre, bütün canlılar kendilerini gerçekleştirme, yani var olan potansiyellerini açığa çıkarabilme dürtüsüne sahiptir. Oysa değerler ve yasaklar kişinin kendine özgü yönlerini bastırmasına yol açar, bu da kişinin kendinden uzaklaşması ve kendine değil, yarattığı kendilik imajına yönelmesine neden olur. Tüm canlılar içinde sadece insanlar olmadıkları bir şeyi olmaya çalışırlar, bu da varoluş nedenine aykırıdır. Perls'e göre (bir anlamda Gestalt'ın babası) kişinin kendisi ve diğerlerinin varlığının farkında olması ve kendi yaşamının sorumluluğunu alması, onun yaşamının anlamını ve örüntüsünü belirler.


- Fenomenolojik yaklaşımsa, genel bir anlamdan ziyade, o kişi için o an ve mekandaki spesifik ve öznel anlamla ilgilenir. Bir mısır tarlasına bakan pilot inebileceği bir yer görürken, bir çiftçi için orası kazanç yeridir. Bu yaklaşıma göre her şeyin anlamı o kişiye ve içinde bulunduğu ana özgüdür.


- Bütüncü yaklaşım ise, Gestalt'i diğer yaklaşımlardan ayıran en belirgin özelliktir. İnsanı anlayabilmek ancak bütünü görmekle mümkündür. İnsanın varoluşunun boyutları birbirinden ayrılamaz ve bunlardan herhangi birinde meydana gelen bir değişiklik diğerlerini de etkiler. Aynı bakış açısı insan ve çevresini de birbirinden ayıramayacağımızı söyler.


Sonuç olarak Gestalt, varoluşsal temeliyle, insanın kendini gerçekleştirebilmesine, fenomenolojik temeliyle insanın özel ve özgü oluşuna, bütüncü temeliyle de, insanın hem kendi içinde hem de çevresiyle bir bütün oluşturduğuna inanmaktadır.


-Gestalt, kişinin farkındalık yolculuğunda önce nasıl olduğunun farkına varması, sonra "böyle olmayı seçtiğini" anlaması, ve son olarak "isterse farklı davranabileceğini" özümsemesi üzerinedir.


- Tüm diğer canlılar gibi insanların da doğuştan getirdikleri en temel iki özellikleri, varlığını sürdürmek ve büyüyüp gelişmektir. İnsanoğlu varlığını sürdürebilmek ve büyüyüp gelişebilmek için gerekli olan her türlü fiziksel, psikolojik ve sosyal ihtiyacını çevresinden sağlar. Herhangi bir ihtiyacın ortaya çıkmadığı durumda, kişi denge yani HOMEOSTATIS halindedir. Ancak, bu sürekli devam edemez ve ihtiyaçlar ortaya çıkar. Örneğin susadınız, acıktınız ya da yalnız hissettiniz. Organizma bu ihtiyacı karşılamak için harekete geçer ve "kendini ayarlamaya" çalışır. Buraya kadar oldukça anlaşılır bir denge çabası. Peki sorun nerede başlıyor?


Sorun ya da gerçek diyelim şurada başlıyor: organizma kendini ayarlayarak ihtiyaçlarını her zaman en iyi şekilde karşılar demek doğru olmaz. Örneğin acıktım ama zayıflamak için birşey yemiyorum ya da yalnız hissetmeme rağmen, kimseyi rahatsız etmemek için bunu dile getirmiyorum gibi durumlarda KARŞILANMAYAN İHTİYAÇLAR gündeme gelir.


İhtiyaçları karşılamak için,


- Önce gerçek ihtiyacın farkına varmak

- Çevresel koşulları tanımlamak

- İhtiyaç ve çevresel koşulları uyumlu hale getirmek gerekir.


- Sağlıklı kişi, kendi sorumluluklarını üstlenebilen kişidir. Kişi kendi değerlerini inşa edebilir, ne yapması gerektiğine karar verebilir, kendisi için neyin önemli ve geçerli olduğunu belirleyerek kendine uygun davranışları seçebilir. Perls, sorumluluk (responsability) kavramının aslında tepki verme becerisi olduğunu ifade etmiştir. (Response-ability)


- Farkında olmak bir süreçtir ve ömür boyu devam eden bu süreçte minimum farkındalık, günlük farkındalık, an an yaşanan spesifik farkındalık ve gelişmiş farkındalık aşamalarından geçilir. Tam bir farkındalığın yaşanabilmesi için kişinin yaşadıklarının farkına varması yeterli pşmaz. Göğsünüzde bir sıkışma hissettiğinizin farkına varabilirsiniz ama bu sıkışmayı çözümlemeden bir farkındalıktan söz etmek mümkün değildir.


- Zihinsel düzeyde anlama, bu anlayışla ilgili gözlemler yapma, bedensel farkındalıklar, ya da "İÇİNDEN BİLMEK" olarak tanımlanabilecek içselleştirilmiş, özümsenmiş farkındalıklar illa ki değişime yol açmaz. Tam bir değişmenin olabilmesi için kazanılan farkındalıkların kişilikte bütünleştirilmesi, kişisel ve çevresel alternatiflerin değerlendirilmesi ve günlük yaşamda denenmesi gerekir.


- İnsanlar ihtiyaçlarını fark etme ve bunları karşılayabilmek için gerekli kişisel ve çevresel ayarlamaları yapabilme gücüne sahip olarak dünyaya gelirler. Bu ihtiyaçların karşılanması sürecinde de dalga şeklinde gösterilen ihtiyaç döngüsü modeli karşımıza çıkar. Yaşam, ihtiyaçların ortaya çıkıp karşılanması, böylece dengenin sağlanması ve ardından başka bir ihtiyacın ortaya çıkıp dengeyi bozması ile devam eden aktif ve döngüsel bir süreçtir. • Döngünün herhangi bir aşamasında yaşanan takılmalar bir sonraki aşamaya geçilmesini ve döngünün tamamlanmasını engeller.




Psikolojik Sağlığın Bozulması


İnsan ve çevreye bir bütün olarak yaklaşan ve psikolojik sağlığı, kişi ile çevre arasındaki uyum olarak nitelendiren Geştalt terapi yaklaşımına göre, uyumsuzluğun meydana gelişinde yani psikolojik sağlığın bozulmasında birçok faktör rol oynamaktadır. Geştalt terapistleri, organizma ile çevre arasındaki uyumun bozulmasında rol oynayan etmenleri, farklı biçimlerde farklı zamanlarda ve farklı kısımlarına vurgu yaparak tanımlamışlardır. Kurama göre (Perls ve diğer Geştalt terapistleri) psikolojik sağlığın bozulmasında rol oynayan başlıca faktörler kitapta şöyle özetleniyor.



-yaşantı döngüsünün tamamlanamaması

-işlevsel olmayan temas biçimlerinin kullanılması

-tamamlanmamış işlerin kalması

-kördüğümlerin çözülememesi

-kutupların bütünleştirilememesi


Buraya kadar okuduysanız ve ilginizi çektiyse, buradan sonraki özeti Bütüncül Psikoloji'nin paylaşımlarından alıntılıyorum.


Duyum Aşaması

Duyum aşamasında, çeşitli ihtiyaçlara karşı duyusal veriler çevreden toplanmaya başlar fakat henüz anlamlandırılamaz. Kişinin denge durumunda bir değişikliğin olduğunun habercisidir. İhtiyacın yavaş yavaş şekil durumuna geldiği aşamadır. Bu ihtiyaçlar fiziksel, sosyal ya da psikolojik yaşantılarla ilgili olabilir. Bazı insanlar ihtiyaçlarını fark etmeyerek bu aşamaya geçemezler, bazıları ise çok fazla ihtiyacı şekil haline getirip bu aşamada takılıp kalırlar (Mackewn, 1997).


Farkına Varma Aşaması

Farkına varma aşamasında, duyum aşamasında tam olarak adlandırılamayan ihtiyacın ne olduğu belirginleşir. İhtiyaç olarak şekil durumuna geçen şey şimdi ve burada ile ilgili olduğu kadar geçmiş yaşantılarla ya da gelecek beklentileriyle de ilgili olabilir. Bu aşamada problem yaşanması ihtiyacın tam olarak belirlenememesi ile ilgilidir ve sonuç olarak ihtiyacın giderilememesine neden olur. Organizmanın içinde bulunduğu gerilim giderilemez (Brownell, 2010).


Harekete Geçme Aşaması

Harekete geçme aşamasında, birey ihtiyacı giderebilmek için enerji toplar ve olası kaynakları harekete geçirir. Algılar çevreden gelen uyarıcılara açılır. Bu aşamada takılan bireyler problemlerinin çözümü için erteleme yoluna başvurabilirler (Gürdil, 2014).


Hareket Aşaması

Hareket aşamasında, kişi algısal, duygusal ve davranışsal mekanizmalarını devreye sokarak ihtiyacın giderilmesi için çabalamaya başlar. Olası seçenekler belirlenerek koşullara en uygunu seçilir ve ihtiyacın giderilmesi için ilk adımlar atılmış olur. Bunun için bireyin belli bir enerjiye ihtiyacı vardır. Bu enerjinin yanlış yerlere kanalize edilmesi harekete geçememeye neden olabilir (Gürdil, 2014).


Temas Aşaması

Temas aşamasında, kişi ihtiyacını giderecek planlamalara tam anlamıyla kanalize olmuş durumdadır. Enerjisini tercih ettiği seçeneğe ayırır, o an şekil konumunda olan seçeneğe odaklanmıştır. Fonda kalan diğer uyaranlar dikkatini çekmez. Bu aşamada takılan bireyler ihtiyaçlarını giderecek mekanizmalar bulsalar dahi hiçbir çözüm seçeneği tatmin edici olmayacaktır. Sürekli bir şekilde yeni planlamalar yapmak zorunda hissedeceklerdir (Mackewn, 1997).


Doyum aşaması

Doyum aşaması, temas aşamasından sonra gelen rahatlama ve tatmin aşamasıdır. Bu aşamada yaşananlar özümsenir ve asıl büyümeyi sağlayan aşama da bu aşamadır. Burada yaşanacak doyum bir sonraki geri çekilme aşamasını da anlamlı kılacaktır. Bu aşamada takılan bireyler memnuniyetsiz, elde ettiklerinin tadını çıkaramayan bireylerdir (Flanagan, 2012).


Geri Çekilme Aşaması

Geri çekilme aşaması, ihtiyacın tam olarak karşılanması ile birlikte fona çekildiği bir aşamadır. Sakin bir dinlenme dönemidir. Başka bir ihtiyaç ortaya çıkana kadar sakinlik dönemi devam eder. Bu aşamada sorun yaşayan kişiler, sınırlarını koruma konusunda problem yaşarlar çünkü temas aşamasında kalırlar. Kendilerini destekleme konusunda zayıf olmalarından ötürü hep başka bir şeye ya da başka bireylere ihtiyaç duyarlar (Flanagan, 2012).


Bu süreci somut bir örnek üzerinden anlatacak olursak, sınava hazırlık aşamasındaki bir öğrencinin duyum aşamasında içsel bir huzursuzluk hissedecek ve farkına varma aşamasında ihtiyacının ders çalışmak olduğunu anlayacaktır. Harekete geçme aşamasında algıları içsel motivasyonuna ya da çevresel koşulların uygunluğuna odaklanacaktır. Eğer koşullar uygunsa ders çalışmaya başlayacak; koşullar uygun değilse örneğin uykusuz ise uykusunu alarak koşulları uygun hale getirecektir. Temas aşamasına geldiğinde yaptığı planlama doğrultusunda ders çalışmaya başlayacaktır. O an müzik dinlemeye ya da arkadaşları ile buluşmaya ihtiyaç duysa da bu ihtiyaçları fona atarak elimine edecektir. Doyum aşamasına gelen birey sorumluluğunu yerine getirdiği için başlangıçta yaşadığı huzursuzluğun yerini rahatlamaya bırakacaktır. Sınava hazır hale gelen birey için ders çalışma ihtiyacı ortadan kalkacak ve fona çekilecektir. Organizma gerilimini çözümleyerek denge haline geçecektir. Bir sonraki sınava yani bir sonraki ihtiyaç ortaya çıkana kadar da denge durumunu sürdürecektir.


İnsanlar ihtiyaç döngüsünün tamamlanmasını isterler. Eğer döngü sağlıklı bir şekilde tamamlanamazsa enerji hapsolur ve o ihtiyaç dikkat çekmeye, gerilim yaratmaya devam eder. Ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar da bu nedenle fark edilemez ya da döngü içerisinde herhangi bir aşamaya takılıp kalınır.


Tamamlanmamış İşlerin Kalması

Tam ve kapsamlı Geştalt’ın oluşumu, zihinsel sağlık ve büyümenin şartıdır. Tamamlanmış Geştalt, yalnızca tüm organizmada otomatik olarak işleyen bir birim (refleks) olarak düzenlenebilir. Herhangi bir eksik, tamamlanmamış Geştalt, dikkati çeken ve özgün, hayati bir Geştalt’ın oluşumuna müdahale eden “tamamlanmamış bir durum” u temsil eder. Bu sebeple, büyüme ve gelişmenin yerine durgunluk ve gerileme oluşabilmektedir (Perls, Hefferline & Goodman, 1951/1996).

Zeigarnik’in bu alandaki deneysel çalışması 1927 yılında önemli bir gelişmeyle sonuçlanmıştır. Deneklere birkaç görev verilip, bunların bir bölümünü tamamlayıp kalanları tamamlayamadan çalışmaları durdurulmuştur. Sonucunda, yerine getirilmesi için bir görev verildiğinde denekte bir gerilim sistemi (motivasyon, ihtiyaç) meydana gelir, görev tamamlandığında bu gerilim dağılır ve görev tamamlanmadığında, gerilimin devam etmesi görevin hatırlanması ile sona erer. Lewin’in teorik sistemi ışığı altında

Zeigarnik’in sonuçları, deneklerin tamamlanmamış görevleri, tamamlanmış görevlerden daha kolay anımsadıkları yönündeki tahminlerini pekiştirmiştir (Schultz & Schultz, 2007).

İdeal olarak insanlar, mevcut ihtiyaçları veya ilgi alanları ile tam bir temas kurmak için harekete geçer. Bazı nedenlerden dolayı insanlar kendilerini cezbedenle temas kuramazlarsa memnuniyet sağlanamaz, ihtiyaç karşılanmaz ve geştalt tamamlanamaz. Daha sonra ilgilenilmek için paranteze alınan tamamlanmamış işler ise enerji gerektirir. İnsanlar ihtiyaçlarını kesmek zorunda kaldıkça, biriken bitmemiş işi sığdırmak için daha fazla enerji gerekmektedir. Çözülmemiş birtakım durumların aciliyetini göz ardı etmek için enerji kullanan insanlar mevcut ihtiyaçları için tüm dikkatlerini veremezler. Bundan dolayı birikmiş “tamamlanmamış işler” rahatsızlığın büyümesine veya nevroz gelişimine etki ederler (Mackewn, 1997).


Kördüğümlerin Çözülememesi

Kişilerin iç güçlerinin, farkındalığı artırma isteği ile farkındalığı önleme, durdurma ihtiyacı arasında eşit dağılım gösterdiği nokta kördüğüm olarak adlandırılmaktadır. Kördüğüm noktasında bireyin sabit geştaltlarını ve gerçek ihtiyaçlarına bağlı inkarını açığa çıkartma konusunda organizmik dürtüsü ve isteği, katı alışkanlıklarla kısıtlanmıştır (Özer, 2003). Kördüğüm noktasında direne bileşenleri ve birey arasındaki her etkileşim, teması içerir. Kördüğümün bir yanında gelişme ve değişim arzusu bulunur. Öteki tarafında ise eşit ölçüde güçlü ve geçmişte yaratıcı uyum yoluyla geliştirilmiş davranış paternleriyle ilişkili olarak meydana çıkan direnç yer almaktadır (Joyce & Sills, 2014). Özer (2003) kördüğümün bireyde oldukça yoğun bir kaygıya sebebiyet verdiğinin altını çizmektedir. Rahatsız ve kompleks bir süreç olsa da, kişinin enerjisinin büyük bir bölümü bu noktada toplanmış, kilitli kalmış olduğundan dolayı, terapi sürecinde kördüğümlerin ortaya çıkması için çabalanır (Özer, 2003).


Temas

Bu başlıkla ilgilenenler için ayrıca şahane bir kitap önerisi:


Temas, diğerleri ile buluşma veya bir araya gelme anlamına gelmektedir ve insan hayatının özü niteliğindedir. Tüm canlı varlıklar çevresi ve çevredeki diğerleri ile kapsamlı ve etkili temasta bulunma kabiliyetindedir. Çevrenin canlı veya cansız bileşenleri ve birey arasındaki her etkileşim, teması içerir. Temas sayesinde, organizma heyecan sağlayan ve büyümeyi kolaylaştıran çevresel yeniliklerle karşılaşır. Organizmanın yaşamını devam ettirmesi ve gelişerek büyümesi, onun diğerleri ile olan teması ile sağlanır (Perls, Hefferline & Goodman, 1951/1996) Çevrede bir uyaran ile karşılaşan organizma, tehlikeli olanı kabul etmezken, büyümeyi destekleyenleri benimsemektedir (Sezgin,2002). Bireyin kendisi için geçerli olan ve olmayanları belirlemesi faal bir süreç olduğundan, bireyin tüm varlığıyla farkında olması gerekmektedir. Çünkü kişinin çevresiyle arasında deneyimlenen temas, “ben” ile “ben olmayan” arasındaki ilişki ya da “ben” ile “sen” in ayırt edilmesidir. Temas, hem ilişkilendirmeyi hem de ayırt etmeyi içerinde barındırır (Korb, Gorrell, & Van De Riet, 1989).


İyi temas, kendimizi, duygusal, zihinsel, davranışsal, algısal, cinsel ve ruhsal varlığımızla, yani bütün yönleriyle tam olarak sunabilme yeteneğidir. Bu irade eylemiyle ortaya çıkabilecek bir şey değildir. İyi bir temas içinde olmak, açık tutum ve direnç için kişinin yeteneğinin bir farkındalığını gerektirir. Nasıl temas kurduğumuz, görme ve bakma, dokunma ve hissetme, tatma, koklama, ses çıkarma, jest, dil, hareket gibi yollarla dünyamıza ulaştığımız yollardır (Mann, 2010). Temasın tüm formları, karşılık gelen kutuplulukları ile birlikte, teması kemikleştiren veya canlandıran, kişinin dünya etkileşiminde kendini gösterir (Wollants, 2012).

Temas, bir şeyi yapmak isteyip istemediğimizi merak ettiğimiz her sefer meydana gelebilir veya her paragrafı okuduğunuzda ortaya çıkar ve “buna inanmak ister miyim?” diye merak edersiniz. Temas hissettikçe sınır belirginleşir. Çeşitli şekillerde enerjide bir artış ile bunun farkına varabiliriz; kaygı, sorular, ilgi veya enerjinin genel farkındalığı. Bu enerji, temas sınırında temasın sonucu olarak oluşmaktadır. Temas noktası bilineni ve bilinmeyenini buluşturmaktır. Susuzluğun suyu bulduğu, insana dokunmanın gereğinin bulunduğu yer veya bir babanın kaybedilmesinden kaynaklı öfkenin bir miktar çözümüne kavuştuğu yer budur (Hamilton, 2014). Kişinin çeşitli temas aşamaları boyunca kendini sürdüren ve harekete geçiren sağlıklı heyecanın kendilik ya da ilişkisel destekten yoksun olduğu kanıtlandığında temas kesintisi (contact interruption) gerçekleşir ve birey teması kopararak kaçmak istediği kaygı veya acıya dönüştürür (Francesetti, 2007).


Temas Biçimleri

Geştalt terapi yaklaşımında, psikolojik sağlığın açıklanmasında önemli bir dayanak noktası olan temas biçimleri; geri döndürme, iç içe geçme, duyarsızlaşma, kendini seyretme, içe alma, saptırma ve yansıtmadır (Gökdemir-Aktaş, 2002).


Geri Döndürme

Geriye döndürme (retroflection), doğal olarak dışarıya doğru yönlendirilen enerjinin içeri doğru çevrildiği bir süreçtir. Konuşmada, herhangi bir harekette veya bir jestte herhangi bir dürtü eylemi yaşayan kişi, enerjilerinin akışını engeller ve kendilerine çevirir. Dolayısıyla, vücudumuzda bir dudak ısırma, yumruk sıkma, nefes sığlığı veya bacak sıvazlama gibi geri döndürme deneyimleri sıklıkla yaşanır. Basitçe, esneme isteğinizi konuşmanın ortasında durdurduğunuzda, ceza almamak için ön sıraya girmekten kendinizi engellemek istediğinizde veya trafik müdürüne müdahale etmekten geri durduğunuzda, geri döndürmeyi deneyimlersiniz (Sills, Lapworth, & Desmond, 2012).

İki farklı geri döndürme türü vardır. Bunlardan ilki, bireyin başkalarına yapmak istediklerini kendisine yapmasıdır. Sevgi, arzu, öfke, tiksinme, korku ya da üzüntüsünü ifade eden biri eleştiri, reddedilme veya ceza ile yüz yüze gelebilir. Bu nedenle kişi, duyguların bedensel ifadelerini üzgün yüz ifadesi, ses çıkarma, nefes alıp verme, kaçma, uzanma ve itme hareketi gibi eylemlerle durdurmayı öğrenebilir. (Kepner, 2014). Kendine döndürmenin ikinci şekli ise birey kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, çevresine de aynı şekilde davranışlar sergiler. Örneğin kişi merhamet görmek, diğerlerinin ilgisini üzerine toplamak, sevilmek ve beğenilmek istiyorsa çevresindeki kişilere şefkat göstermekte, onlara iltifatlar etmekte ve özen göstermektedir. Her iki durum içinde geçerli olan şey, kişinin temel ihtiyacının karşılanmadan kalmasıdır (Clarkson & Cavicchia, 2013).

Birçok kişi öfkesini ifade ederse dünyaya zarar vereceğini veya onu yok edeceğini, cinselliğini anlatırsa, manik veya sapık olacağını, sevgisini ifade ederse diğer insanların sıkılacağını ya da boğulacağını, kendini överse kendisiyle alay edilebileceğini veya dışlanacağını düşünür. Bundan dolayı, kendine döndüren kişiler duygu ve isteklerini ifade etmekten kaçınarak, enerjilerini dışarıya dönük olarak kullanmazlar ve kendilerine döndürürler. Oysaki, oysa uygun zaman ve biçimde ifade edildiğinde düşünce, istek ve duyguları diğer kişilere iletmekte bir sakınca yoktur ve bu ihtiyaçları karşılayabilmenin yegane yoludur. Geştalt kuramı da, bireyin büyüyebilmesinin ve bütünleşebilmesinin, çevreyle temas halinde olmaktan ve enerjiyi dışa yönlendirmesinden geçtiğini vurgulamaktadır (Daş, 2006).

Geri döndürmenin kullanılması bazı durumlarda faydalı ve gereklidir. Kepner (1982)’e göre sağlıklı bir geri döndürme, kişinin kendini ifade ederken, kendi açısından bazı kötü tepkilere maruz kalacağını düşünerek, bilinçli bir şekilde kendine engel olduğunun farkında olmasıdır (Kepner’den aktaran Gökdemir-Aktaş, 2002). Sağlıksız olanı, bu temas biçiminin alışkanlık haline gelmesi, kronikleşmesi ve fark edilmeden yapılmaya başlanmasıdır (Gökdemir-Aktaş, 2002).


İç İçe Geçme

İç içe geçme (confluence), başkaları ile karışmanın ve kendi görüş ve isteklerini ifade etmekten kaçınmanın bir yoludur (O’Leary, 2013). Sills vd., iç içe geçmeyi, kişinin ben ile ben olmayan arasındaki sınırı yitirmesi ile çevrenin içine karışması veya çevrenin içinde kaybolması olarak tanımlamaktadır (Sills, Lapworth & Desmond, 2012). Sağlıksız iç içe geçen kişilerin sınır algısı yoktur. Eşleri ve kendileri nadiren farklıdır ve sık sık “ben” yerine “biz” şeklinde konuşurlar. Çoğul zamirin kullanımı yakınlık göstermez, çünkü sağlıksız iç içe geçmede, kişiler arası uygun ve sağlıklı temas oluşamamaktadır. Çünkü kendileri ve başkaları arasında bir sınır yoktur. Bu kişiler, aile üyelerinin kişisel e-postalarını okumak, telefon görüşmelerini dinlemek veya başkalarıyla yakın ilişki kuran kişilere izin vermemek gibi davranışlarda bulunabilirler (O’Leary, 2013).

Sınırın işlevselliğini bütünüyle bozan kapalı bir ilişkiyi temsil eden iç içe geçme, kendilik ve çevre sınırı üzerindeki sonsuzluk işareti ile tarif edilir. Deneyimlerden ve geçmişteki ilişkilerden koparken bunların yasını tutmak doğal bir şeydir fakat bununla birlikte eskiyi bırakabilmek yeni bağlılıkların olasılığına açık olmaya olanak tanır. Kendilerini tüketen, tükenme sendromu yaşayan profesyoneller ve işkolik bireyler de bu durumu örneklendirebilir (Sezgin, 2002).

İç İçe Geçme temas biçimini sıklıkla kullanan kişiler, her şeye uyum sağlamaya çalışırken, iç deneyim ve dış gerçeklik arasında kesin bir sınır belirleyemezler ve bu durum gerçek temasın oldukça zor olmasına neden olmaktadır (Corey, 2015).


Duygusal duyarsızlaşma

Duyarsızlaşma (desensitisation), bir kişinin kendi dünyasını hissetmek ve duyumsamak için doğal yeteneklerini uyuşturduğu bir süreçtir. Bu onların, görme, duyma, hissetme, tadına bakma, koklama, dokunma veya bunların herhangi bir kombinasyonunu kullanma becerilerini azalttığı anlamına gelir. Duyarsızlaşma süreci, bir kişinin acı çekerken duygularının iç dünyasını uyuşturduğunda da oluşabilmektedir, örneğin sevilen biri öldüğünde. Açıkça, duyarsızlaşmanın en sıklıkla, zararlı etkiye sahip olduğu evre, deneyim döngüsünün duyum evresidir. Kişi algılarını kapatır, böylece dünyadaki birçok iç ve dış uyarana tam anlamıyla tepki vermez. Örneğin, kolunu bir yere sertçe vurduğu halde, bedenindeki rahatsızlıktan haberdar olmayan bir kişi gibi (Sills, Lapworth & Desmond, 2012). Yukarda da bahsedildiği gibi, duyarsızlaşma iki şekilde meydana gelebilir: bunlardan ilki, bedensel duyumlara duyarsızlaşma, ikinci şekli ise duygulara duyarsızlaşmadır (Daş, 2006).

Duyarsızlaşmayı, duyumların donuklaşmasıyla ilgili olarak fonun bozulması ve tanınmaz hale gelmesi olarak tanımlayan Kepner, kişinin duyumlarına duyarsızlaştıkça bunlara yanlış anlamlar yüklediğinin altını çizmektedir ( Daş, 2006). Örnek olarak, blumia yeme bozukluğunda olduğu gibi, kişi endişe duyduğunda bunu “acıktım” şeklinde anlamlandırarak yeme isteği duyabilmektedir. Benzer şekilde, alkol bağımlıları da kaygı, yanlızlık veya depresif duygularına duyarsızlaştıklarından, bunlara alkol alma isteği olarak yanlış anlam yükleyebilmektedirler (Clarkson & Cavicchia, 2013).

Joyce ve Sills (2014) duyarsızlaşmanın altında yatan etmenler olarak, fiziksel veya duygusal istismar, yoksulluk ve şiddet gibi travmatik deneyimlerin yer aldığını belirtmişlerdir (Joyce & Sills, 2014). Clarkson (2013) ise duyarsızlaşmanın kronikleşmesi halinde kişinin yaşamın zevk ve neşe veren yanlarını fark edemeyip, bu durumun sürekli yorgunluk, yaşama karşı isteksizlik gibi sonuçlara neden olabileceğinin altını çizmektedir (Clarkson & Cavicchia, 2013).


Saptırma

Saptırma (deflection), sözcükten de anlaşılacağı üzere bu süreç, engellemeyi veya doğrudan temastan kaçınmayı anlatmaktadır (Mann, 2010). Bu temas biçimini kullanan kişiler, diğerlerinden gelen mesaj, duygu ve tepki ifadelerini göz ardı eder ve kulak vermez. Bireyin kendi ihtiyaçlarının veya çevreden gelen isteklerin tam farkında olmadığı bir koşulda, kişi dışardan gelen uyarıcının kendisine yönelmesine engel olur (Kudiaki, 2013). Saptırmayı, kişi kendini stresli durumların etkisinden korumak için kullanabilmektedir. Böylelikle birey enerjisini doğal yolundan farklı bir yöne çevirmektedir. Birey nevrotik düzeyde, çevresi ve kendisi ile çatışmaktan kaçarak kendi duygularını görmezden gelmektedir (Tagay & Acar, 2012). Konuyu değiştirmek buna örnektir ve bu manevra ince olabilir, “Beni seviyor musun?” diye soran bir partnerin, “Bu, sevgiyle ne kastettiğine bağlı?” cevabını alması gibi. Sapma genellikle dilde gerçekleşmektedir. Genellemelerin kullanımı, kalıplaşmış dil, şimdiki zamanın daha fazla alakalı olduğu anlarda geçmişin tartışılması, gülerek veya duygusal tepkileri sulandırarak birinin söylediği şeyin etkisini azaltmak saptırma temas biçimini yansıtır (Mann, 2010).

Saptırma temas biçiminin sık kullanılması, kişiyi hem diğerleriyle kurduğu temaslardan hem de kendi deneyimlerinden uzaklaştırarak izolasyon duygularına neden olmaktadır (Korb, Gorrell & Van De Riet, 1989). Saptırma, verileri, uyaranları ve hatta duyguları içeri almak yerine bir yana ayırmaktadır. Birdenbire yatma zamanını hatırlayan ufak çocuğun, bazı ödevleri veya piyano uygulamalarını hatırlaması, yakınını kaybetmiş bir kişinin işine veya hobisine sarılması veya rahatsız edici bir soruyla karşılaşan bir kadının, soruyu yönelten kişiye güzel ayakkabılarını nereden aldığını sorarak konuyu değiştirmesi saptırma temas biçimine ek örnek olarak gösterilebilir (Houston, 2003).


İçe Alma

Çocuğun ebeveyn zorunluluklarına karşı duyarlılığını anlatan, Geştalt terapisinin de ele aldığı psikoanalitik terim olan “içe alma (introjection)”, bilgiyi ve kaynağını sorgulamadan, çevreden değerleri, kuralları ve davranış tarzlarını alarak, öğrenme anlamına gelmektedir. Psikoanalitik teori, çocukların doğru sosyalleşebilmeleri için, Odipal safhasına dek (5-6 yaş civarı), içe alma yoluyla öğrenmeye devam etmeleri gerektiğinin altını çizmektedir. Perls vd. (1951/1996) ise, çocuğun erken içe alma sürecini aşma eğilimini desteklemek, çocuğu barbarlığa götürmek değildir; doğallığa saygı ve 19 sağlıklı gelişimin kendi kendini düzenlemesi sürecidir (Perls, Hefferline & Goodman, 1951/1996). Direk yutmak yerine çiğnemesine yardımcı olan dişlerle donanmış bir çocuğun, kendi tat alma duyusunu geliştirmeye başlayıp, sevdiği veya istemediği şeylerin farkına varabildiği gibi, aynı çocuk psikolojik olarak da çevreden neyi yutacağını ayırt edebilmekte ve seçebilmektedir (Perls, Hefferline & Goodman, 1951/1996).

İçe alma süreci, çevreden gelen değerli unsurları özümsemek ve istenmeyen veya zehirli unsurları ise ayırmak yerine çevreden gelen materyalin, uygun bir şekilde hazmedilmeden, bütünüyle yutulması ile ilgilidir. İçe almanın ikisonucu vardır bunlardan birincisi; içe almanın bireylerin kendi gerçeklikleriyle temas kurmasına engel olmasıdır. Çünkü birey her zaman bu yabancı yapılarla uğraşmak zorunda kalmaktadır. İkincisi ise, bu içe almaların birbirleriyle uyumsuz olduklarında kişiliğin bütünleşememesine sebebiyet vermesidir (Nelson-Jones, 2000).

İçe alan birey yaşam enerjisinin bir kısmını kendine özgü isteklerini bastırmak ve unutmak için harcayarak kendisiyle savaşmaktadır (Clarkson & Mackewn, 1993). İçe aldıklarının etkisi altında olan bir kişi, içe aldıklarına uygun bir şekilde davranmak için, içinde bir baskı hisseder ve bunların tersini yaptığında, hatta düşündüğünde bile rahatsızlık duyar ve harekete geçemez (Joyce & Sills, 2014).

Shub (1998), içe almayı pozitif ve negatif olarak ikiye ayırmıştır. Burada söz konusu olan pozitif ve negatif tabirleri, içe alınan inançların, bireyin çevresi ile olan temasını ne kadar engellediği veya kolaylaştırdığı ile ilgilidir (Shub’dan aktaran Daş, 2003). İçe alınan pozitif ve negatif mesajlar bireyin temas biçimlerini, varoluş biçimini ve psikolojik sağlığını belirleyen en önemli faktörler arasındadır. Pozitif içe alınan mesajlar, bireyin ihtiyaçlarının farkına varmasına, karşılamasına ve dolayısıyla gelişmesine olanak sağlarken, negatif içe alınanlar bireyin sürekli olarak engellenmesine, temas kuramamasına ve kendi olamamasına neden olmaktadır (Daş, 2003).


Yansıtma

Yansıtma (projection), içe almanın tersidir. Yansıtmada, kendimizin belirli yönlerini çevremize atfederek bunları reddederiz. Kişi, kendi benlik saygısına uymayan bu atıflara sahip çıkmaz ve bunun sonucunda da başka insanlarda bu özelliklerin görülmesi, kişinin kendi problemleri yüzünden başkasını suçlaması anlamına gelmektedir. Başkalarında, kendilerinde kabul etmeyi reddettikleri nitelikleri görmek, kendi duygularını ve oldukları kişi için sorumluluk almayı bırakmalarına neden olmakta ve bu onları değişimi başlatmak için güçsüz kılmaktadır. Yansıtma temas biçimini kullanan kişiler, koşulların kurbanı gibi hissetme eğilimindedirler ve insanlarının söylediklerinin arkasında gizli bir mana olduğuna inanırlar (Corey, 2015).

Bireyin olumsuz yanları, ırk, sınıf, cinsiyet, yaş ve cinsel yönelim, temelinde farklı olduğu gözlemlenen bir gruba yansıtılır. Bu kişiler yansıtılan tablonun olumsuz vasıflarının, düşüncelerinin ve tavırlarının biriktiği bir depo görevi görür. Yansıtma, yansıtan kişi için, kendisinin dışında konumlandırdığı taraflarının varlığından kaçmaktır (Clarkson & Cavicchia, 2013). Kendisinde kabul etmediği taraflarını başkasına atfetmesi ile kişi, başkalarını suçlayarak sorumluluk almaktan kurtulmaktadır. Birey yeni bir olayı içe alma yoluyla almakta ve temas aşamasında bu durumun kendisine uygunluğuna bakmaktadır. Bu aşamada sıkıntı yaşayan kişi, yansıtmayı kullanmaktadır (Tagay & Acar, 2012).

Genellikle farkında olmadan başka birine kendi ruh halimizi, korkularımızı veya arzularımızı yansıtırız. Başkasına yönelttiğimiz “Bu akşam sinirli gözüküyorsun” cümlesi kendi sıkıntımızı, öfkemizi örtebilir ya da “Her zaman olduğu gibi sen yine şunu söyleyeceksin” şeklinde başlayan bir cümle buna örnek gösterilebilir. Öte yandan, sağlıklı yansıtma, bir başkasını anlamamızı, ilişkiyi besleyen davranışını öngörmemizi sağlar, “Ona vermeyi seçtiğim şey bu, bence onu sevecek” (Ginger, 2007). Korb vd. (1989), bireyin kendi dünyasını, kendi algılarına, kendi inanç, tutum, duygu ve imajlarına yönelik yaptığı yansıtmalara göre yarattığını öne sürmektedir (Korb vd., 1989).


Kendini Seyretme

Kendini seyretme (egotizm), bireyin bir durumu yaşamak yerine, o durumu deneyimleyen kendisini ve çevresel etmenleri uzaktan izlemesi durumudur. Bu temas biçiminde birey, temas esnasında temasın yoğunluğunu yaşamak yerine “o şeyi yapan kişi” olarak kendisi ile meşgul olmaktadır. Kendini seyretme, bireyin yaptıkları ile ilgili olarak sürekli böbürlenmesi veya sürekli olarak kendini eleştirmesi biçimlerinde ortaya çıkabilmektedir (Gökdemir-Aktaş, 2002). Bir diğer şekli ise, kişinin başkalarına nasıl görünmesi gerektiği konusunda acı verici bir şekilde farkındalığının oluşması ve her adımda onların hangi kritik düşüncelere sahip olduğunu hayal etmesidir (Sills, Lapworth & Desmond, 2012). Bu temas biçiminde kişiyi yönlendiren ana düşünce “insanlar beni tanırlarsa beni değersiz görebilirler” düşüncesidir. Bu değerlendirmeyi kişi, ilk kez kendi yapabilmek için sürekli kendini değerlendirmekte ve izlemektedir (Gökdemir-Aktaş, 2002)

Kendini seyretme, herhangi bir deneyime gerçek katılımı engeller. Kişi doğal olarak oluşacak tamamlanma ve tatmin duygusunun farkında olmak yerine, kendisinin dışında durur ve performansını değerlendirmek için kendine baktığının farkındadır. Bu kişiler, geştaltlarının tamamlanma aşamasına karar vermek için içsel bir duyguya atıfta bulunmazlar. Onları dikkatle inceleyen dış gözlemciler haline gelirler (Sills, Lapworth & Desmond, 2012).

Temas sırasında kişinin kendini seyretmesi, kişinin karşısındakine bir şeyler vermesine ve ondan bir şeyler almasına engel olur. Eğer kişi sürekli kendisinin farkında ve tetikte olarak yaşamdaki kontrol edilemeyecek şeyleri ya da sürprizleri kontrol etmeye yönelik davranırsa, yani kendini bırakamazsa, sağlıklı bir temas kurulamaz ve birey ile çevresi arasındaki ahenk bozulur (Daş, 2006).


Bu özet, alıntı ve altı çizilenler bültenini çok sevdiğim ve dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğine inandığım Gestalt Duası ile kapatayım.


Ben kendi işime bakarım, sen de kendi işine bak.

Ben bu dünyaya senin beklentilerini yerine getirmek için gelmedim.

Sen de benim beklentilerimi yerine getirmek için gelmedin.

Sen sensin ve ben benim.

Eğer tesadüf eseri olarak birbirimizi bulursak bu çok güzel olur.

Ama bulamazsak yapılacak hiçbir şey yok.


İyi haftalar.


Gözde Berber Özbalaban

639 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page